Dehşet verici ve dokunaklı bir aşk hikâyesi
Ajvide Lindqvist’in çok satan romanı ve senaryosunu da kaleme aldığı “Let the Right One In” filminin sahne uyarlaması olan Bırak İçeri Gireyim, Zorlu PSM prodüksiyonu ve DOT işbirliğiyle 5 Şubat’ta Zorlu PSM’de perdelerini açtı.
2008 yılında vizyona girerek büyük beğeni kazanan “Let the Right One In” filmi, ilk kez Jack Thorne tarafından Londra’da Royal Court Theatre için sahneye uyarlandı. Seyirci ve eleştirmenlerden yoğun ilgi gören oyun, 5 Şubat’ta Zorlu PSM prodüksiyonu, DOT işbirliği ve Murat Daltaban’ın yönetmenliğinde İstanbullu seyircilerle buluştu. Oyun, sezon boyunca Zorlu PSM’de sahnelenecek.
“Bırak İçeri Gireyim”, öteki olmanın ağırlığını farklı biçimlerde taşıyan iki çocuk, Oskar ve Elias’ın hikâyesini konu alıyor. Oskar, zorbalıkla baş etmeye çalışan bir çocuk. Elias ise Oskar’ın yan dairesine taşınan gizemli, sonsuz bir yaşamın içine hapsolmuş, uzun yıllardır aynı yaşta yaşayan biri. Peş peşe yaşanan gizemli çocuk cinayetlerinin gölgesinde kalmış bir banliyö mahallesinde, dehşet verici ve dokunaklı bir ilk aşk hikâyesinin sunulduğu oyun Atakan Akarsu, Begüm Akkaya, Selçuk Borak, Baran Can Eraslan, Uygar Özçelik, Meriç Rakalar, Şirin Kılavuz Sevinç, Tan Temel ve Umutcan Ütebay’ı aynı sahnede buluşturuyor.
MURAT DALTABAN:
“Erkek olmakla, bize sunulan çarpık erkek modelinin içine sığmakla ilgili bir karanlık masal... Bir ölümün ve yeniden doğuşun hikâyesi...”
Yönetmen Murat Daltaban ile “Bırak İçeri Gireyim” üzerine
Jack Thorne uyarlamasıyla sahneye koymaya hazırlandığınız “Let the Right One In” ile ilk tanışmanız nasıl ve nerede oldu? Lindqvist’in listeleri alt üst eden romanından Hollywood filmine, birçok farklı formda karşımıza çıkan hikâye sizi nasıl buldu?
“Let the Right One In”, sahnede izlediğim bir oyun değil. Hikâyeyi ilk filmden (İsveç yapımı) biliyorum. Korku filmi türünü severim; bu kadar iyi eleştiri almış bir korku filmini de merakla seyrettim. Filmde gerçekten son derece yalın, etkileyici, şiirsel bir hikâyeyle karşılaşıyorsunuz. Hollywood yapımı olan ikinci filmi seyretmemeyi tercih ettim, çünkü bu yalın hikâyenin ticarileştiğinde neye dönüşeceğini tahmin ediyordum. Sahne uyarlamasını duyduğumda da çok ilgimi çekti ama seyretme fırsatım olmadı. Oyunu sahnelemekle ilgili bir plan ya da hazırlığım yoktu, ama PSM ile birlikte büyük bir prodüksiyon yapma fikri konuşulmaya başladığında ilk aklıma gelen hikâye oldu. Popüler kültürün sonuna kadar yağını süzdüğü vampir mitini, bir başka bakış açısıyla, hem biçim hem de içerik olarak, laboratuvara sokmanın iyi bir fikir olduğunu düşündüm.
Edebiyat, sinema –iki farklı endüstri bakışıyla– ve tiyatro karşılaştırması yapılabilecek olması da cazip bir risk alanıydı. Sanatın farklı disiplinlerinin, bir örnek üzerinden karşılaştırmalı eleştirisinin zengin olacağını düşündüm. Çalışırken hep söylediğim gibi –farklı disiplinlerin kendi aralarında geçişler olsa da– kendi araçlarını ustaca kullanma gerekliliğini yeniden tecrübe etme fırsatım oldu. Bir hikâyenin tiyatro dilinde nasıl şekillendiğini görebileceğimiz bir eser ortaya koymak için özen gösterdim, tabii ki bu tamamen öznel bir bakış açısı…
80’li yıllarda Stockholm’de büyüme sancısı içerisindeki iki çocuğu, Oskar ve Elias’ı eksenine alan hikâye sizce İstanbullu seyirciyle nasıl bir bağ kurabilecek?
İyi hikâyeler hepimizin etkilendiği hikâyelerdir. Coğrafyadan bağımsızdır. Temelinde bir fikir, bir felsefe olan mimarilerdir. İyi hikâyeler sizi etkiler ve hayattaki bebek adımlarınızda size destek olur. Hikâye, iki ergen hikâyesi üzerinden, modernist zorbalıkla baş etmeye çalışırken karşımıza çıkan gerçek canavarları görme cesaretine nasıl ulaşabileceğimiz üzerine bir şiir.
Erkek olmakla, bize sunulan çarpık erkek modelinin içine sığmakla ilgili bir karanlık masal.
Bir ölümün ve yeniden doğuşun hikâyesi. Bunu anlatırken de dramatik bir hikâyeyi, korku ve aşkla bir araya getiriyor. Naif-günahsız iki karakteri karşı karşıya getirip kendi mizahını yaratıyor. Esir alındığımız hücrelere ışık tutuyor.
Korku hikâyesinden çok romantik bir Romeo-Juliet hikâyesi, bir Peter Pan hikâyesi…
Bu sayede de hikâye evrenselleşiyor.
Varoluşsal endişeler, sosyal tecrit, zorbalık, alkolizm gibi ağır konuları ele alan, işlenme biçimi ve olay örgüsü oldukça sıradışı olan bu hikâyeyi sahneye koyabilmenin hazzı ve zorluğu nedir sizce?
Bütün bu temaları naif bir biçimde ele alırken gerilimi yaratabiliyor olması metnin derinlerine dalmanızda çok etkili. Oyunun sahneleme biçimi olarak da oyuncuyu ve rejiyi zorlayan bir yapıda olması, bir mücadele alanı yaratıyor ve her geçtiğiniz sınav size haz veriyor. Seyirci oyunu görmeden ne demek istediğimi anlamayacak belki, ama şunu söylemeliyim ki oyun akrobasinin kıyısında geziniyor. Bir tiyatro oyuncusunun enstrümanı olan bedenini nasıl kullanması gerektiği hakkında seyirciye de yeni bir bakış açısı kazandıracağına eminim. Sahne bir mücadele alanıdır. Oyuncu da bu mücadeleyi kazanmak zorunda olan enerji bütünüdür.
DOT ve Zorlu PSM’nin ortak gerçekleştireceği prodüksiyona dair vizyonunuzdan biraz bahsedebilir misiniz?
Zorlu PSM son yıllarda başarılı müzik ve sahne organizasyonları yapan güçlü bir kurum. DOT da bu sene 14. yılını tamamlıyor. 14 senedir aralıksız kendi prodüksiyonlarını, kendi sahnelerinde ve uluslararası sahnelerde başarıyla gerçekleştirdi ve öncü bir tiyatro oldu.
İki kurumun da özellikle İstanbul’a ve İstanbul’da yaşamaya çabalayanlara, hatta Türkiye’ye değer kattığına inanıyorum. Az sayıdaki kıymetli kurumlardan ikisi DOT ve Zorlu PSM. Bu kadar kurak, kültür-sanata yatırım yapmayan bu coğrafyada, kurumların ayakta kalması ve birbiriyle iletişim halinde olması, ortaklıklar gerçekleştirmesi gerekli ve hayati.
Ekonomisi hiç de kolay olmayan sanatın bir ihtiyaç olduğunu, lüks tüketim olmadığını, eğlencenin ötesinde, kişisel ve toplumsal bağlarımızı güçlendiren, geleceğimize yatırım olan, sistemler ve kişiler üstü bir güç olduğunu, bu kurumlar anlatacak ve yayacak. Bu nedenlerle kültür-sanat kurumlarının ticari motivasyonların ötesinde manevi sorumlulukları var. Bu sorumluluklara sahip yeni nesilleri de bu kurumlar yetiştirecek.